Sindirim Sistemi Kanserlerinden Korunma Ve Probiyotikler

          Kanser, hücre büyüme ve çoğalmasını kontrol eden bir gende mutasyon ya da  aktivasyon oluşması ile başlamaktadır. Normalde, vücutta oluşan bu anormal hücrelerin çoğu normal hücreler tarafından (barsakta ve dolasımda bulunan immün sistem hücreleri) yok edilir ve kanser gelişimi olmaz. Bu pozitif denge kanserojenlere ne kadar maruz kalındığı ile orantılıdır.

          Sindirim sistemi kanserleri, tedavide gelişmeler olmasına rağmen halen en önemli sağlık problemlerinden birini olma özelliğini korumaktadır. Hem kadınlarda hem de erkeklerde tüm dünyada üçüncü sırada yer alan kanserdir. Sindirim sistemi kanserlerinin çok etkenlil hastalık olduğu düşünülmektedir ve genetik,bağışıklık sistemi, çevre (cografi bölge ve sosyo-ekonomik durumu da dahil),beslenme ve yaşam tarzı arasındaki karmaşık ilişkilerin sonucu olduğu düşünülmektedir. Hücrelerin genlerinde hataya (mutasyona) neden olan mutajenler ve kanser oluşumuna neden olan kanserojenler dışarıdan yiyeceklerle alınabilmekte, barsak sisteminde bulunan zararlı bakteriler tarafından da üretilebilmektedir. Fizyolojik ya da patolojik pek çok faktör (kötü beslenme, yas, stres gibi) barsak mikroflorasını bozabilmektedir. Bu durumda zararlı bakterilerin sayısı ve oranı yükselmekte ve bu bakteriler tarafından barsakta salınan toksik maddeler artmaktadır. Dengeleyici unsur olan yararlı bakterilerin azlığı, hem zararlı bakterilerden artan oranda salgılanan hem de dışarıdan alınan toksik maddelere maruziyetin artmasına bu nedenle barsakta ve vücutta toksik maddelere maruz kalan hücrelerde de kanserle sonuçlanan morfolojik değişikliklere neden olabilecektir. Barsak florasının, insanlarda bağışıklık fonksiyonlarını ve epitel fonksiyonlarını düzenleyerek kansere karşı savunmada etkili olduğu düşünülmektedir. Probiyotiklerin de barsak mikroflorasını değiştirme ve dengede tutabilme kabiliyetleri kanserden korunmada önemli bir basamak olmaktadır.

          Normal barsak mikroflorası genellikle sindirim sisteminde yerleşik olarak bulunan 2000 ‘den fazla çeşitlilikte mikroorganizma türünden olusmaktadır. Probiyotiklerin en büyük etki mekanizması barsaklarda olduğu için çalışmalarda genellikle diğer kanserlere nazaran kolorektal kanser  üzerinde yoğunlaşılmıştır. Kolorektal kanserler başta olmak üzere birçok kanser türünde bahsedilen diyet ve yaşam şeklinin, etkisi ve her geçen yıl artan oranda karşımıza çıkan kanser hastalığını önleme çalışmaları, probiyotiklere olan ilgiyi artırmıştır.

PROBİYOTİK NEDİR ?

          Kelime anlamı olarak probiyotik, “canlı için, yaşamsal” anlamına gelmektedir. İlk kez 1965 yılında Lily ve Stillwell tarafından “diger mikroorganizmaların gelişmesini teşvik eden mikroorganizmalar” olarak belirtilmiştir. 1989 yılında ise Fuller probiyotikleri “konakçının  intestinal mikroflorasının gelişimini teşvik eden canlı mikrobiyal katkı maddeleri” olarak  tanımlamıştır. Huisin't Veld ve Havenaar probiyotik ürünlerin canlı mikroorganizma içermesi gerektiğini ve tüketilmeleriyle gastrointestinal (GI) kanallarda, üst solunum kanallarında ya da ürogenital kanallarda yararlı etkiler yaparak konakçının sağlığında iyileşmeye neden olduklarını ifade etmişlerdir. Bu araştırmacılar probiyotikleri canlı, tek ya da karışıkmikroorganizma kültürleri olarak tanımlamaktadır.

           Probiyotik bakteriler sindirim sisteminde, enteropatojen mikroorganizmaların konakçının sindirim sisteminde  kolonizasyonunu önlemek amacıyla barsak epitel yüzeyindeki tutunma bölgeleri için rekabet olusturması ve ürettikleri laktik asit, asetik asit gibi organik asitler sayesinde barsak pH’sını düsürerek  zararlı bakterilerin ortamda yasamasına engel olmaları, hidrojen peroksit (H2O2), karbondioksit (CO2), diasetil, asetaldehit, reuterin, bakteriyosin ve bakteriyosin benzeri maddeler gibi pek çok antimikrobiyal maddelerle, patojen bakterilerin çoğalmalarını kontrol altına almaları ve mikrofloranın dengede olmasını sağlamaları ile etki göstermektedirler. Probiyotikler sindirim sistemi fizyolojisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Patojen olmayan ve sağlıklı yaşamı destekleyen bu canlı mikroorganizmalar barsak sistemini düzenleyici etkisi başta olmak üzere bagışıklık sistemini desteklemek, patojenik bakteri ve virüsleri inhibe etmek, gıdaların, vitamin ve minerallerin sindirimini ve emilimini sağlamak, K vitamini, folik asit ve kısa zincirli yağ asitleri üretmek, diyare oluşumunu engellemek, laktoz toleransını azaltmak, idrar yolu enfeksiyonlarını önlemek, alerji oluşumunu engellemek, B-galaktosidaz gibi sindirim enzimlerini üretmek, yaşlanmayı geciktirmek, serum kolesterol seviyesini düşürmek ve tümör oluşumunu engellemek gibi pek çok önemli yararı bulunmaktadır.

               Probiyotik bakterilerin sahip olması gereken bir takım özellikler vardır. Bu özelliklerin başında; insan kaynaklı olması, barsak epiteline tutunabilmesi, mukoza yüzeyindeki reseptörlere bağlanabilmesi, patojenlerin reseptörlere tutunmasına engel olması, immün modülasyonun sağlanması, patojenik ve karsinojenik olmaması, ağız yolu ile alındığında etkili olabilmesi, asit, pH ve safra tuzunu tolere edebilmesi, insan ve/veya hayvan sağlığı üzerinde olumlu katkıda bulunması,uygulanan gıda işleme sırasında ve barsaklara ulaşıncaya kadar geçen süreçte canlılığını koruması, barsaklarda çoğalabilme özelliğine sahip olması ve bunların yanında antibiyotiklere dayanıklı olması gelmektedir. Dünya’da probiyotik ürünlerin üretiminde kullanılan, probiyotik olarak tanımlanan ve üzerinde en çok çalısılan probiyotikler; Lactobacillus’lar, Bifidobacterium’lar , Enterocccus’lar ve Streptococcus’lardır.

PREBİYOTİK NEDİR  ?

          Prebiyotikler, ince barsakta sindirilmeden direkt olarak kalın bağırsağa geçen ve probiyotiklerin barsak sisteminde büyümesini ve aktivitelerinin artmasını sağlayan, dolayısıyla probiyotiklerin sağlık için yararlı etkilerini artıran besin öğeleridir.Laktosukroz, inülin, fruktooligosakkaritler, galaktooligosakkaritler, soya oligosakkaritleri ve izomaltooligosakkaritler prebiyotik olarak kullanılan ürünlerdendir.

          Probiyotiklerin ve prebiyotiklerin birlikte kullanılması ile oluşturulan ürünlere ise sinbiyotik denilmektedir. Sinbiyotik uygulama ile probiyotik bakterilerin yaşam süreleri uzar ve kolonda daha iyi kolonize olurlar. Yapılan in vitro çalışmalar sinbiyotik bir uygulamanın yalnız başına prebiyotik ya da probiyotiğe göre daha avantajlı olduğunu göstermektedir. Sinbiyotiklerin kanser hücre gelişimini önemli oranda azalttığı ve interferon üretimini artırdığı cerrahi geçirmiş hastalarda ise sinbiyotik tüketiminin epitelyal bariyer fonksiyonunu düzelttigi ve periferal mononükleer kan hücrelerinde IFN üretimini artırdığı gösterilmistir. Yine prebiyotiklerin ve sinbiyotiklerin immün sistem üzerine etkilerinin arastırıldığı benzer bir çalısmada randomize, çift körlü, plasebo kontrollü denemelerde 34 kolon kanseri ve kolon kanseri tanısı ile cerrahi geçirmis 40 hasta değerlendirilmeye alınmıştır Sonuç olarak sinbiyotiklerin sistemik immün sistem üzerinde uyarıcı etkisinin olduğu belirtilmistir. Bu bulgular kolon kanser hücrelerine probiyotik bakterilerin bağlanması, bu hücrelerin ölümünün artmasında direkt olarak etkili olan önemli bir mekanizma olabildiği ve /veya kolon kanser hücrelerinin apopitozunu uyaran kısa zincirli yağ asitlerinin üretimi gibi diğer sinerjik mekanizmalarında etkili olabildiğini göstermektedir.

          Polipleri olan ve kolon kanseri gelişimi açısından yüksek riskli olarak kabul edilen insanlar ile normal insanların dışkı floraları incelendiği çalışmalarda riskli gruplarda 15 farklı suşun (Bacteroides, Eubacterium ve Bifdobacterium) bulunduğu ve bu suşların yüksek kolon kanser riski ile ilişkili olduğu, normal populasyonda ise 5 farklı bakteriyel suşun (örnegin Laktobasiller) bulunduğu ve düşük kolon kanseri riski ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. Laktik asit bakterileri olan probiyotiklerin barsak lümenine salgıladıklarıenzimler kısa zincirli yağ asidi sentezini artırmakla birlikte aynı zamanda laktik asit, propionik asit ve bütirik asit üretimini de arttırmaktadır. Kısa zincirli yağ asitlerinden antikarsinojenik etkisinin özellikle kolorektal kanser ile ilişkili olduğu gösterilen bütirik asittir. Kısa zincirli yağ asitleri emildiğinde, konağın enerji gereksinimine yardımcı olmasının yanında, kolonik mukozayı patolojik değişikliklere karşı korumakta ve mukozal immun dengeyi sağlamaktadır. Böylece karsinojen metabolitlerin ve patojen bakterilerin üremesini baskılamaktadır. Kolorektal kanserler dışında kadınlarda en çok görülen kanser türü olan meme kanserinde de probiyotikler irdelenmis, yoğurt ve kefir gibi fermente süt ürünlerinin kullanılmasının meme kanseri riskini azaltabildiği gösterilmiştir. Genel olarak dısarıdan alınan karsinojenleri toksifiye etmek, barsak mikroflorasını dengede tutarak karsinojen madde üretebilen zararlı bakterileri azaltmak, bütirat gibi maddeler üreterek programlı hücre ölümünü aktive etmek ve dolayısı ile anormal hücrelerin yok edilmesini saglamak yine bağışıklık sistemini aktive ederek anormal hücrelerin eliminasyonunu hızlandırmak probiyotiklerin kanser gelisimini engelleyen önemli etki mekanizmalarındandır.

          Kemoterapi (KT) ve Radyoterapi (RT) en temel anti kanser tedavilerindendir. KT ve RT’nin getirdiği anlamlı sağkalım katkısının yanında neden oldukları toksisiteler hastalar için oldukça rahatsız edici olabilmektedir. Bunlar hematolojik toksisite, GI toksisite, organ toksisitesi, saç dökülmesi ve bunun yanında KT ile ilişkili yorgunluk anti kanser tedavisi sonucunda görülen bazı belirtiler ve bazen de hayatı tehdit edebilen yan etkileri olabilmektedir. RT de barsak florasının değişimi, diyare, mide bulantısı, iştah kaybı, mukozal hasar ile ilişkili iyonize radyasyonun sebep olduğu bazı yan etkilere sebebiyet vermektedir. Ayrıca KT ve RT, hastalarda immün sistemin zayıflamasına ve hastaların enfeksiyonlara açık hale gelmesine yol açmaktadır. Tedaviye bağlı olarak gelişen bu yan etkiler ile mücadele etmek, kanser tedavisinde hastaların hayat kalitesini artırma yönünde önemli bir yere sahiptir. Radyasyonun barsak hareketini azaltması ve dıskının yavaş transfer olması özellikle Gram negatif bakteri sayısını artırmaktadır. Bu durum radyasyon sonrası diyareli hastaların %45’inden fazlasında görülmektedir. Barsaklardaki flora değişimi, KT sonrasında ve özellikle geniş spektrumlu antibiyotik kullanımı sonucunda olabilmektedir. Çalışmalarda KT ya da RT öncesinde veya beraberinde probiyotik kullanımı ile tedaviye bağlı diyarenin anlamlı ölçüde azaldığı ve probiyotik kullanan hastaların tedavilerini ara vermeden tamamladıkları gösterilmiştir. Oldukça ucuz ve kullanımı kolay olan probiyotiklerin kanser tedavisine bağlı diyarenin önlenmesinde kullanılması önerilmektedir. Ancak nötropenik hastalarda hastalarda kullanımda dikkat edilmesi gerekmektedir.

          Kolorektal (barsak) kanser hastalarında cerrahi sonrası gelişebilecek komplikasyonların engellenmesinde Probiyotik kullanımı ile barsak mukoza bütünlüğünün korunabildiği ve immün sistemin desteklenmesi ile komplikasyonların daha az oranda görülebilecegi belirtilmiştir.

          Ne yazık ki yiyecek ve içecekler ile aldığımız raf ömrünü uzatmak için eklenen katkı maddeleri, kimyasallar ve antibiyotiklerin yanı sıra, özellikle 0-2 yaş arası olmak üzere tüm hayatımız boyunca aldığımız gereksiz antibiyotikler ile bu dost ve faydalı bakterileri farkına varmadan öldürüyor ve bu sağlıklı yaşam zincirini ortadan kaldırıyoruz. Sayıları giderek artan veya yükselişleri bir türlü önlenemeyen otoimmün hastalıklar ve kanserin ortaya çıkışında gelişememiş veya bozulmuş barsak floramızın ve bağışıklık sistemimizin yeri artık tartışmadan uzaktır.

Bu gönderiyi paylaş